Neredeyse kırkıma geldim (otuz altı) ama hâlâ insanların sınırsız istekleri beni şaşırtmaya devam ediyor. Tanıdıkları ya da hiç tanımadıkları kişilerden hiç çekinmeden bir şeyler istemeleri, üstelik bunu oldukça doğal bir hak gibi görmeleri beni gerçekten hayret içinde bırakıyor.
Ben kendi hayatımda, Allah’tan bile isterken mantık süzgecinden geçirmeden dua edemem mesela 🙂 “Bana yat ver” diyemem; çünkü benim hayatımın yata meyyal bir hali yok. Bunun farkındayım. Kara para mı aklayacağım yani? Zaten öyle bir kanala ulaşmak bile mesele, farkındayız değil mi? 🙂
İstediğim şeyler hep kendi hayat standardıma göre, makul istekler oluyor. Ve çoğu zaman buna bile erişmek kolay olmuyor maalesef…
Ama onlar? Daha sizi doğru dürüst tanımadan, sizin zamanınızı, emeğinizi, imkanlarınızı kendilerine aitmiş gibi talep edebiliyorlar.
Bu alışkanlık nereden geliyor? Gerçekten çok mu verildi size, hep böyle mi öğrendiniz?
Kendi sınırlarını bilen biri olarak bu sınırsız talepler karşısında hâlâ şoktayım.
Kendimi aptal hissettiğim bir olay yaşadım. Ardından şu sorularla baş başa kaldım:
“Aptal mıyım? Beceriksiz miyim? Yoksa sadece bahtsız mı?”
Benden bir şey talep edildi. Bu talebin muhatabı olarak ben mi sınır çizemedim, yoksa karşımdaki mi haddini aştı, ayırt edemedim. O an şöyle bir ikilemde buldum kendimi:
“Acaba ben, dışarıdan bakınca ‘her şeyi yapar, verir’ diye görülen dangalaklardan mıyım?”
İyilikle dangalaklık arasında çok ince bir çizgi var. Hani şu kıç kıça sınırları olan ülkeler gibi.. Hop bir adım atarsınız o ülke, hop bir adım bu ülke… Bazen iyi niyetli olursunuz ama o çizgiyi geçip kendinize ihanet ettiğinizi fark bile etmezsiniz. Hele ki “hayır” demeyi pek beceremeyen biriyseniz… Kaçınılmaz bir sorgulama başlar.
Galiba ben sınır koymayı becerememiştim.
Hayatım boyunca hep çok çalıştım. Ama doğru zamanda, doğru yerde, doğru hamleleri yapmadım. Network kurmadım, talep etmeyi öğrenemedim. İşimi bilemedim.
Ve en kötüsü…
İtiraf ediyorum:
Aptaldım.
Bugün kendi işimi kurmaya çabalarken, hâlâ bir hayat mücadelesi verirken, emeğimin başkalarının gözünde bu kadar kolay görünmesine içerliyorum.
Yalnızca tanıdıklarım değil, yakınım sandıklarım da destek olmadığında soruyorum:
“Benim mi beklentim çoktu, yoksa gerçekten yalnız mıydım?”
Ama biliyorum ki, o kişiler bir zamanlar benim de yanında olduğum insanlardı.
Ve işte bir iç ses daha:
“Aptal ve bahtsızım galiba…”
Bazen bazı şeylerle yüzleşmek işte böyle olur. Kalem kalem yazınca, gözünün önünde netleşir her şey. Tıpkı berrak bir hava gibi.
Ve sonra sorarsın kendine:
“Bu gerçekle ne yapacağım?”
İyiyim zannederken aptal, çabalarken bahtsız olduğumu fark ettim. İşin kötüsü artık akıllıca davranacak donanım, beceriyi kazanmakta bir mesele. Bazılarında default olan şeyler sende yok ve inanıyorsun ki çalışsan da olmaz. Ama işte tam burada devreye şu gerçek giriyor:

Gerçeklerle yüzleşmenin ilk adımı, kabullenmek.
Kabul edip kendi gerçeğini elinde kalanlara bakacaksın. Değiştirebileceğini değiştirip değiştiremeyeceğini salacaksın ve bu dünyadaki hikayem benim böyle diyeceksin. Hikayeni seveceksin çünkü gerçekten hepimizinki çok özel.
Bahtsızlığımı belki değiştiremem ama, aptallığımı değiştirebilirim.
Sınır koyabilirim, hayır diyebilirim, neyin iyilik neyin dangalaklık olduğunu ayırt edebilirim. Yaşarken biraz durup soluklanırsam başarabilirim