Uyanamıyorum.
Aslında ben uyuyamazdım. Hiç doğru dürüst uyuduğumu bilmem. Doğduğumdan beri uyumuyormuşum. Annem ben yaşıma girene kadar gözünü hiç kırpmadığını anlatırdı. “Sen benim hakkımı ödeyemezsin. İki çocuk bakmış kadar yordun” Hep şikâyet ederdi. Hep eleştirirdi. Çıkışı gözükmeyen bir tünele girmiştik annemle. Işık yoktu, karanlıkta el ele ilerliyorduk ve o hep konuşuyordu. Her şeyden şikâyet ediyordu. Benden, yüzümden. Gözümden, varlığımdan, nefes alışımdan ve tabi ki uykumdan.
Kuş uykum vardı. Derince üç saat uyursam yeterdi. Herkes uyurken uyanık olmanın ne demek olduğunu bilir misin? Rezalettir. Herkes uyur. Her şey uyur. Sessizliğin kulağı dolduran bir uğultusu vardır. O uğultu boğmaya başlar. Ağustos böcekleri, çobanaldatanlar, kurbağalar, cırcırlar ve sen gecenin ortasında dünyayı sırtlanırsın. Her gece sıkıntısını çekeceğin bir konuyu muhakkak bulursun. Göğsün yanar, bedenin gerilir, yangınlar başlar memelerinin arasında. Memelerimden nefret ettiğim günü hatırlıyorum. Sen hatırlıyor musun? Kadınların memelerini kesmek isterim. Erkeklerin penislerini. Dünyayı mahveden şeyler, memeler ve penisler. Mememi avuçlayıp gülerek yüzüme bakmıştı. Mememden utanmıştım. Mememin varlığına alışmaya çalışırken karşımda mememi elleyerek zevklenen bir yaratık midemi bulandırmıştı. Unutmuştum sonra. Ne zaman görsem, bayramlarda, tatillerde, gözlerimi kaçırdım. Ben onun penisini tutmuşum gibi, suçluymuşum gibi, ondan kaçtım. Memelerimden kaçamadım ve nefret ettim. Biliyor musun, insanın kendisine düşman olması birdenbire olmuyor. Öyle doğuyor insan. Kendisine düşman doğuyor. Kendisine düşman doğanı kimse yenemez. En büyük düşman odur. Başka birinin bana verdiği zarar her zaman önemsiz kalmıştır. Çünkü herkesin bana yaptığı yanlışın sorumlusu zaten bendim. Her şeye ben neden oldum ve ben izin verdim. Neden memelerim vardı ki. Memelerimi kesseydik, mememi elleyemezdi.
Odaya gürültüyle dalıp ışığı açtı. Bazı kadınlar kaltaktır ve bunu engelleyemezsiniz. Dövmelisiniz, saçını başını yolmalısınız ve memelerini kesinlikle kesmelisiniz. Küçük, minyon bir kaltak. Onu eskiden olsa tek tokatla bayıltabilirdim. Güçlüydüm eskiden. İnsanlardan nefret ederdim ama sessizce içimden. Şimdi güçsüzüm ve insanlara nefretim dışarıda. Işığı pat diye açtı ve başucumdaki seruma memnuniyetsizce baktı. Tansiyon aletini koluma takarken dikkatlice gözlemledi beni ve ekranı sonra bir şeyler yazdı ve çürümüş kolumu tiksinerek tekrar tuttu. Bir zaman sonra maskesini geçirdi. Biliyorum. Midesi bulandı. Görüntüden ve kokudan. Artık kokuyorum. Kollarım çürüdü. Leş gibi kokuyorum. Ölü balık, bozuk süt.. Hayal edebileceğiniz en rezil kokuyu düşünün. İşte o, benden güzel kokuyor. Aynada kendimi görmeyeli kaç gün oldu. Kaç ay. Artık günleri karıştırıyorum.
Kanımı alırken akışına baktım. Kadınların kan ile münasebeti ne münasebetsiz! Çocukken daha başlıyor, her ay. Gelmezse sıkıntı, gelirse sıkıntı. Her ay hastanelik olan Gülhan. Gülhan’ı hatırlıyor musun, komşumuzdu hani. Yeni evliydi. Doktorlar evlenince geçer demiş, kadın daha çok hasta oluyordu. Evlenince geçmez. Ne saçma şey, evlenince ne geçmiş ki. Bir keresinde okulda yakalanmıştım, nasıl olduğunu anlamadan kan tüm eteğimi kaplamıştı. Eve dönerken benden hoşlanan çocuğun teklifiyle hırkasını kullanmak zorunda kalmıştım. Ne utanç! Benden hoşlanmayı o gün mü bırakmıştı acaba. Bu kız kanıyor ve kıçına benim hırkamı bağladı diyerek kusmuş muydu eve gidince.
Hemşire de odadan çıkınca kusar belki.
Doktor bir saat sonra kalabalık bir grupla gelir. Yeni doktorlar, asistanlar…
Ellerinde not defterleri, boyunlarında stetoskoplar, ayaklarında gıcır gıcır plastik terlikler. Hiçbirinin teri bu odaya sinmemiş daha. Çürüme kokusunu daha önce hiç koklamamışlar.
“Otuz sekiz yaşında, kadın hasta… ilerleyici dermal ve subkutan nekroz… laboratuvar tetkikleri otoimmün negatif… literatürde benzeri yok… muhtemel idiopatikotofagositikdestrüksiyon.”
“Hocam, acaba sinir tutulumunu ölçmek için elektromyografi yapalım mı?
Motor ünite hasarıyla… otofagositik süreç arasında korelasyon saptanabilir.”
Burası beni hasta ediyor. Hastaneneler insanları daha kötü hissettirmek için inşa edilmiş yerler, insanların ölümünü garantilemek için. Gelip gidip sürekli takip ettikleri şey ölümle aramdaki mesafe. Yeni doktorların eğlencesi, eskilerin umutsuz vakasıyım ama eşsizliğim büyüleyici. Ölmeden gelip görülmek istenen bir sanat eserine dönüşüyorum. Ziyaretçilerim hayranlıkla, merakla, sorularla inceliyor ve içlerinden ne kadar vaktimin kaldığını hesaplıyorlar. Kokuyorum. Kokumu hesaba katmazsak neredeyse mükemmelim. Annem görseydi şayet, asla mutlu olmazdı. “Ne biçim hasta olmuşsun, bari kanser olsaydın. Akmayan kokmayan bir sürü hastalık vardı, böyle iğrenç bir hastalığı nasıl becerdin. Rezalet kokuyorsun. Böyle kötü kokarak yaşayacağıma kendimi öldürürdüm. Bana hiç çekmemişsin sen zaten”
Sesim çıkmıyor çünkü ağzımın içi yara dolu. Dilim damağım. Ağzımın içini böcekler yedi. Rüyamda. İlk böyle başladı çürüme. Üç ay boyunca rüyamda geceleri ağzımdan böcekler çıkıyordu ve korkarak uyanıyordum. Sonra ağzımda yaralar çıkmaya başladı. Minik minik. Önemsemedim. Geçmediler.
Stres yapıyorsundur, vitaminsizsindir, mutsuzsun ondandır, dediler. Birkaç şurup, birkaç krem, birkaç merhem… Stres yapıyorsun, mutsuzsun ya ondandır. Kremler, şuruplar… Ayaklarım çürümeye başladı. Ağzımdaki yaralar geçti. Ayaklarımda kocaman yaralar, morluklar belirmeye başladı. Ayaklarımdan irinler akmaya başlayınca kimse stres yapıyorsundur demedi. Ağzın hastalanırsa psikiyatriste, ayakların hastalanırsa ortopediye. Ağzın stresinin odağı. Yuttukların, söyleyemediklerin… Ne çok şeyi yuttuk birlikte. Terkedildiğimiz günleri hatırlıyor musun? Aslında terk ettik ama terk edildik. Aldatınca terk etmiyorlar ama sen terk edince sen terk etmiş mi oluyorsun. Sen de ben de aynı dönemler aldatıldık ve bunu göğüslerken çok şık gözüküyorduk. Yıkılmıştım ama sustum. Ağzımda kaldı tüm kelimeler. Erkekleri sevmiyordum ama onu nedense sevmiştim. Memelerime dokunması iğrenç gelmemişti. Dünya bir süreliğine iyi gibiydi. Annem ölmüştü. O gelmişti. İç sesimde oyuncu değişikliği olmuştu. Bir süreliğine onun söylediklerine inanmaya başlamıştım. Güzeldim, sevilebilirdim, başarısız değildim. Beceriksiz değildim. Her şey benim suçum değildi. Dünya güzel bir yerdi, çiçekler rengârenkti. Ben sevilebilirdim.
Memeleri benden büyük bir kadınla aldattı beni. Ona neden diye sormak içimden gelmedi hiç. Çünkü memeleri büyüktü ve o da büyük meme seviyordu, anlıyordum. Anlamadığım, iç seslerimi ele geçirip, tüm sırlarımı öğrenip, detaylarımı, çocukluk anılarıma kadar bilip beni sevmeyi bırakmış olmasıydı. “Tamamen tanıyınca sevmeyi bıraktın, tanıdıkça sevmedin, ben kötü biri miyim? Sevilmeyecek biri.” Ağzımı açsaydım böyle sorardım. Dinlemezdim cevabı ama sorardım. Bazen sormak yeter. O gitti ve annem yeniden dirildi. Ölüler tekrar tekrar içimizde doğarlar ve bu doğumlardan kimsenin haberi olmaz. Annemi içimde tekrar doğurdum ve kimse tebrik etmedi.
Ayaklarım iyileşirken kollarım çürümeye başladı. Bir sabah mosmor uyandım. Morluk öyle koyuydu ki gece biri beni ezdi diye düşündüm. Kısa sürede kolumda yaralar çıkmaya başladı ve artık bu hastalığın vücudumda gezindiğine emindim. Ölecek miydim? Şimdi kesin ama o zamanlar belki. Belirsizliklerden nefret ederim. Hastalıkların insana verdiği en net şey, belirsizlik. Ne ironi ama. Belki yıllarca acı içerisinde tedavi adı altında işkenceler çekiyorsun ve sonra yaşamıyorsun bile. Korkunç. En korkunç olan şey, bu belirsizlik. Baştan belli olsaydı, hastanelerde sürünür müydük? Ben sürünmezdim. Son kez denize girer, çıplak ayak tuzlu kumlarda yürürdüm.
Belki eve dönüp Amores Perros izlerdim, tekrar eski albümlere bakardım. Ölmüşleri tek tek seçerdim ve bir gün benim ardımdan da albüm bakarken benim ölümümü anacaklar mı diye merak ederim.
Hiç olmazsa seçerdim.
Hiç olmazsa ölümüm bana ait olurdu.
Neyi seçebildim ki ben. Her şey önüme konduysa alabildim. Konmadıysa isteyemedim. Sustum ve korkuyla yaşadım. Herkesten korktum, her şeyden nefret ettim. Beni sürekli eleştiren, hatalarımı yüzüme vuran, kafamın içinde o hiç susmayan sesleri ve annemi memnun edemedim ama susturamadım da. İçimde bana düşman biri vardı. Koynumda yılan besliyordum. Göğsümde. Belki memelerimde. Annem ölmeden önce iri yeşil gözlerini dikip “seni hiç sevemedim” dedi. O günü çok iyi hatırlıyorum. Aklı yerinde değildi ama o an doğruyu söyledi. Annemin hatasıydım. Annesinin hatası olan kızlara neler olur, biliyor musun?
Çürürler.
Doktor böyle söylemişti gözlüğünü çıkarıp alnına doğru sürerken. Bir dosyaya baktı, bir bana.
Gözleriyle bacaklarımdan koluma, çürüğe, kabuğa, irin lekesine gezindi.
Ve titrek bir nefes,
“Bu… Şey… Araştırıyoruz. Araştırıyoruz, literatürde böyle bir şey yok. Kısaca şöyle ifade edebilirim.
Vücudunuz… Sizi… Vücudunuz kendini yiyor.
Siz… Siz çürüyorsunuz.”
Günler geçiyor, artık ağrı kesiciler etki etmiyor. Televizyon açık, annem her zamanki kanepede yerinde uyukluyor, elinde televizyon kumandası. Bir film var, sahne boğucu. Kırklarına gelmiş bir kadın sanki, saçı başı dağınık. Büyük karanlık bir havuzun başında oturuyor. Yüzü gözü çok seçilmiyor ama saçları çok tanıdık. Havuz kan kırmızısı. Havuzun içinde yüzen yüzler var, kelleler. Saçlar, burunlar ve dudaklar seçiliyor.
Kadın yerde oturuyor, elleri havada, kanlar damlıyor ellerinden. Karanlık ve kanlar bir arada. İçim sıkılıyor. Kumandaya uzanıyorum kapatmak için, kahkaha atıyor televizyondaki kadın. İrkilip ekrana bakıyorum. Kadın gülmesini artıyor. Yaklaşıyorum, yaklaşıyorum. Kadın, elleriyle bacaklarına asılıp etlerını koparıyor ve ağzına götürüyor. Kadın gülerek etlerini yerken göz göze geliyoruz, çığlık atıyorum.
Kadın benim.
Uyanıyorum.